Son yıllarda yabancı konuklarımızla yaptığımız Fest Travel şehir turlarında, Hipodrom’da uzun zaman geçirdiğimi fark ettim.. Bu açık alanın, uygarlıklar değişse de her zaman için kentin kalbini oluşturması, bazı anıtları yok edilmişse de hala varlığını korumayı başarmış olması ne büyük bir nimet.
Aya Sofya’nın camiye dönüşmesinin ardından önünde uzayan kuyruklarda beklemenin yıldırıcılığı ve Sultan Ahmet Camii’nin restorasyona girmesi sonucunda girilememesi, eskiden hızlı bir anlatımla geçiştirdiğim Hipodrom’un değerini daha fazla anlamama neden oldu. Burada, Obelisk’in altında durup, geçmişteki Konstantinopolis ve Konstantiniyye’den günümüze kalan eserlere bakıp yorumlamak, kentin tarihini algılamamıza farklı bir perspektif katılıyor.
Grekçe anlamı Hippos ‘at’ ve Dromos ‘koşu’ olan Hipodrom (At Meydanı), antik çağda Konstantinapolis’in kalbini oluşturur. At arabası yarışlarının yanı sıra, şehrin sosyal, politik ve törensel yaşantısının merkezidir burası.
Hipodrom’un alt katı at arabalarının yarıştığı arenadır. At nalı şeklinde arenayı kuşatan kademe kademe 30-40 kadar oturma sıraları, her takımın taraflarları için bölümlere ayrılmıştır. Dört takım vardır: Yeşiller, Maviler, Kırmızılar ve Beyazlar. Demes (kulüp üyeleri) ve asillerin oturma bölümleri ile sıradan vatandaşınkiler birbirinden ayrılmıştır.
Sarayın ön kısmına denk gelen oturma bölümünün ortasında, Katishma adlı İmparatorluk locası vardır. Locadan çok saray demek belki daha uygun olur. 24 sütun üzerinde yükselen locanın altında geniş bir kabul salonu, dinlenme odaları, muhafızlara ait bölümler bulunur. Katishma bir koridorla saraya bağlanır. Bir isyan çıktığında İmparator ve ailesi, dehlizlerden saraya kolayca kaçabilir.
Hipodrom’un Mese Caddesi’ne açılan kısmındaki tören avlusunun üzerinde bir zamanlar Quadriga (dört atlı araba) heykeli yer alırdı. Ancak bu heykel 4.Haçlı Seferi sırasında (1204) Venedik’e götürüldü ve San Marco Kilisesi’nin batı cephesine yerleştirildi.
Yarışlar öğleden önce dört, öğleden sonra dört kez olmak üzere tüm güne yayılırdı.
Ara verildiğinde, hayvan dövüşleri, çalgıcı ve dansözlerin gösterileri ya da cambaz ve akrobatların temsilleriyle izleyiciyi eğlendirilirdi. Büyük mangallarda etler kızartılır, testiler dolusu şarap dağıtılır, halk bedavaya yer içerdi. Tüm masraf imparator tarafından karşılanırdı. Hippodrom’un etrafına kurulan büfeler ve küçük lokantalarda da çeşit çeşit yiyecek ve içecek satılır, Mese Caddesi ve Augustaion Meydanı’ndaki revakların altında pazarlar kurulur, tüm bölge bir panayır alanına dönüşürdü.
Demes ve asiller, bahis oynar ve yarışların sonu yaklaştıkça tansiyon artardı. Güzelliklerini sergileyen dansöz ve akrobat kızlar ortalarda dolaşır, aristokratlar ve yarışçılar arasında kendilerine talip ararlar. Başarılı yarışçılar, bugünkü futbol oyuncuları gibi bir takımdan diğerine transfer edilir, ün ve paraya kavuşur, meydanlara heykelleri dikilirdi ve tüm genç kızların gözü onların üzerinde olurdu.
Katishma’ya mor pelerinli tören giysileri ile gelen imparator (Basileus) üç kez halkı takdis ederek selamlardı. Bunun ardından arenaya giren sürücü grupları müzik ve koro eşliğinde gösteri yapardı. İmparator beyaz mendilini arenaya attığı anda yarışlar başlardı. Kapılar açılır, dört takımı simgeleyen dört ayrı renkteki arabalar arenaya girer, Hipodrom’u tam ortasından uzunlamasına ikiye ayıran, üzeri heykel ve dikilitaşlarla bezenmiş Spina’nın etrafında yedişer tur atarlardı. Yarış sona erdiğinde kazanan sürücü eliyle imparatoru selamlar, İmparator da kazanan yarışçıya defne yapraklarından taç ve üç altın sunardı.
Geçmişte bir açık hava müzesini andıran Hipodrom bronz ve mermer heykellerle kuşatılmıştı. Oturma basamakların en üstündeki kaidelerde, bir Antik Tiyatro’daki gibi İmparatorlar’ın, asillerin, devlet yöneticilerinin ve mitolojik kahramanların heykelleri yer alırdı.
Hipodrom’un ortasında yükselen Spina adlı podyumda bir zamanlar Romüs ve Romülüs’e süt veren dişi kurt, Bizans’ın simgesi kartalın yılanla savaşı, Augustus ve bazı at yarışçılarının heykelleri bir dizi oluştururdu. Bu heykellerin bazıları 1204, IV.Haçlı Seferi’nde yağmalanıp Venedik’e gitti. Dikilitaşların üstündeki altın ya da bronz levhalar da sökülüp eritildi ve Haçlılar’ın akçelerine dönüştürüldü.
Bugün Hipodrom’dan geriye sadece Dikilitaş, Konstantin Sütunu, Yılanlı Sütun ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde sergilenen birkaç heykel parçası kaldı.
BİRAZ DA TARİH
Konstantinopolis, 330 yılında törenler eşliğinde Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti ilan edildi. Büyük Konstantin’in emri ile inşa edilen yapılar arasında, törenlerin merkezini oluşturacak olan Hipodrom ve ona bağlanan İmparatorluk Sarayı vardı.
Konstantin’in Hippodrom’u, 900 yıl boyunca kentin politik ve toplumsal kalbini oluşturacaktı. Bugün bile, kentin ana meydanlarından biri olarak kabul edilir ve Obelisk gibi birkaç anıt, geçmişin nişanı olarak hala varlığını korur.
Roma İmparatorluğu’nda, at yarışları ve sirklerinin düzenlendiği arenalar Konstantin öncesinde de popülerdi. Gladyatör Savaşları ve Olympik Yarışlar’ın sona ermesi ile at arabası yarışları devreye girmişti. İmparatorlar araba yarışlarının düzenleyicisi ve sponsoru oldular; öte yandan yarışları imparatorluk propagandası yapmak için kullandılar. En önemli politik krizler de Hipodrom’da ortaya çıkmıştır. III. yüzyıldaki siyasi krizde İmparatorluk çökme noktasına gelince, İmparator Diokletian, Tetrarşi (dörtlü yönetim) dönemini başlattı. İki Agustos ve yardımcısı iki Sezar arasında İmparatorluk yönetimi dörde ayrıldı. Roma dışında, Nikomedia (İzmit), Thessaloniki (Selanik) ve (Antioche) Antakya diğer başkentler olarak yaratıldı. Bu başkentlerde, Roma’daki Circus Maximus benzeri sirk ve yarış arenaları sarayın yanına inşa edildi. Bir yüzyıl sonrasında Konstantin’in izleyeceği model işte bu olacaktı.
Konstantinopolis Hipodrom’unun tarihi tam belli değil. Roma öncesi burada Bizantium adında bir Helenistik yerleşim olduğunu biliyoruz. Tarih yazarlarına göre Roma İmparatoru Septimus Severus (193-211) döneminde, Bizantium kenti Roma’ya karşı çıkınca, Roma ordusu tarafından yıkılıp yağmalanır. Septemus Severus, yıkılan kenti yeniden inşa etmeye başlar. Hipodrom’un yapımı, büyük olasılıkla bu dönem başlamış, bir yüzyıl sonrasında Konstantin bu yapıyı büyütüp tamamlatmıştır.
Arkeolojik kalıntıların azlığı nedeniyle, Hipodrom’un gerçek boyutlarını tam bilmiyoruz. Roma’daki Circus Maximus’tan biraz daha küçük, 400-450 m uzunluğunda olmalı. Hatta kapasitesini bile tam bilinmez. Otuz bin ile (pek mümkün görünmese de) yüzbin arasında farklı rakamlar verilmektedir.
Güney tarafında denize doğru inen yamaç olduğu için, kemerli bir altyapı inşa edilmiştir. Sphendom adlı bu alt yapının içi zamanla sıvanmış ve sarnıç olarak kullanılmıştır. Bugün üzerinde okul yapıları olan bu masif kemerli alt yapı, Hipodrom’un bir zamanlar ne kadar büyük olduğunun işaretidir.
Konstantin, sarayının önünde yer alan kentin ana meydanında en güzel anıtları görmek istemiştir. Roma İmparatorluğu’nun diğer topraklarından pek çok anıt getirtip, Spina adı verilen Hipodrom’u diklemesine ikiye bölen yüksek podyuma dikilir. Bunların arasında Konstantin’in Mısır’dan getirttiği Obelisk ve Delfi’den (Yunanistan) gelen Yılanlı Sütun bugüne dek varlığını sürdürmektedir. Büyük olasılıkla Büyük Konstantin döneminde yaptırılan Örme Sütun ise, Obelisk’ten esinlenerek inşa edilmiştir.
11 Mayıs 330 tarihinde, Konstantinopolis kenti törenlerle ‘Yeni Roma’ ilan edilmiştir. Konstantin’in altın yaldızlı ahşap bir heykeli, Mese (ana cadde) boyunca bir atın üzerinde taşınmış, benzer bir heykelin dikili olduğu Konstantin Sütunu’ndan (Çemberlitaş) geçirilerek Hipodrom’a getirilmiştir. Her 11 Mayıs’ta geleneksel olarak tekrarlanan bu törenin ardından at arabası yarışları yapılmıştır.
Konstantin gücünün doruğundayken, araba yarışlarını her törenin ardından ya da her bayramda düzenler, böylece Hipodrom’da halk her vesile ile bir araya toplanırdı. Ayrıca imparatorluğun askeri zaferleri burada kutlanır, savaşta yenilen komutanlar burada idam edilir, siyasi duyuruları ve İmparatorluk propagandası burada yapılırdı. Yani, kamusal yaşamın kalbi burasıydı.
1204’te IV.Haçlı seferlerinin ardından 58 yıl boyunca kenti kuşatan Haçlılar tarafından yağmalanan Hippodrom, sonrasında önemini yitirdi.
1453’te Fatih’in ordusu buraya geldiğinde, yıkık dökük olsa da hala varlığını korumaktaydı. 17. yüzyıl seyyahı Evliya Çelebi, buradaki üç anıtın da tılsımlı olduğunu belirtir. Belki de bu inanç nedeniyle dokunulmamıştır dikilitaşlara ve Yılanlı Sütun’a.
Osmanlı döneminde ‘At Meydanı’ olarak adlandırılması geçmişteki yarışlar nedeniyledir. Adına uygun olarak da zaman zaman at pazarı kurulmuştur. Hatta bir dönem at yarışları da gerçekleşir. Bunun dışında güreşler, sirkler, müzik gösterileri, hanım sultanların düğünleri, veliahtların sünnet törenleri düzenlenmiştir.
1582’de III.Mehmet’in 57 gün süren dillere destan sünnet törenini işte burada gerçekleşti. Bu ihtişamlı törenler, sultanın gücünü sergilerdi. Zaman zaman da tüccar ve zanaatkarların ürünlerini sergilediği fuar alanı olarak kullanıldı. Bazı idamların da halka ibret olsun diye burada yapıldığını biliyoruz. Yani bu açık alan, Osmanlı döneminde de kentin ana meydanlarından biri olarak varlığını sürdürdü.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde açık alan meydan olarak kullanılırken, at nalı şeklindeki oturma sıraları da taş ocağı olarak değerlendirildı. Topkapı Sarayı’nın bazı bölümleri buradan alınan taşlarla yapıldı. 16.yüzyılda Süleymaniye Camii Hipodrom’un taş ve sütunlarıyla inşa edildi. Batı tarafına İbrahim Paşa Sarayı, 17. yüzyılda da doğu tarafına Sultan Ahmet Camii inşa edildi.
1950 yılı Hipodrom kazılarında bulunan bir mermer sıra, Sultan Ahmet Camii’nin avlusunda sergilenmektedir.
İbrahim Paşa Sarayı’nın zemin katında da oturma sıralarının alt yapısını görebilmekteyiz.
Hipodrom’dan Divan Caddesi’ne çıkarken, Lausos Sarayı kalıntılarının önünde yine sıraların alt yapısı karşımıza çıkar.