İstanbul’daki Bulgar Mirası
Haliç kıyısında yeralan Demir Kilise’yi bilirsiniz. Sveti Stephan Bulgar Kilisesi, 1898 yılında tamamlanmıştır. Buraya gittiğinizde, yolun tam karşısında üç katlı ve çok uzun bir yapı dikkatinizi çekecektir. Bulgar Eksarhanesi’dir bu yapı, yani bir zamanlar Bulgar Ortodoks Patrikhanesi’dir.
Bulgar hristiyanları Osmanlı döneminde Millet’i Rum’a mensuptu ve Rum kiliselerinde ibadet ederlerdi. 1840’ta başlayan Bulgar Milliyetçiliği sonucunda yaşanan isyanlar, 1870’lere dek sürdü. Abdülaziz 1970’te imzaladığı bir fermanla, İstanbul’da yaşayan 30 bin nüfuslu Bulgar Millet’ini tanıdı. 1872’de Bulgar Eksarhhanesi kuruldu. Rum Patriği’nin yaşadığı yere Patrikhane denir. Bulgar Patriği’ne karışıklık olmasın diye Eksarh denince, yaşadığı yere de Eksarhane adı verildi).
1908’de Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından Eksarhhane’nin konumu tartışılmaya başladı ve 1913’te Balkan Savaşı ile birlikte Sofya’ya taşındı. Bugün Demir Kilise’nin karşısındaki yapı Bulgar Eksarhhane Vekilliği’dir. Bulgar halkının Türkiye topraklarında kalan dini ve kültürel yapısını, anıtlarını ve İstanbul’da yaşayan Bulgar halkının haklarını korumakla yükümlüdür.
Aziz Stephan Kilise’si, 19.yüzyılın prefabrike demir kilise deneylerinin bir ürünüdür. İngilizler, 1830’larda oluklu demiri keşfedince, Avustralya gibi uzak kolonilere göndermek için portatif demir kiliseler üretmişlerdir. Eiffel Kulesi’nin yaratıcısı Gustave Eiffel, Filipinler’e ve Peru’ya gönderilen demir kiliseler tasarlamıştır. O dönemde demir konstrüksiyon, modernliğin bir simgesi haline gelmiştir.
Aziz Stephan kilisesi, dünyanın hayatta kalan birkaç prefabrik dökme demir kilisesinden biridir. Haliç sularının bu kadar yakınında demir konstrüksiyon uygulanması garip olsa da, kilise hala ayaktadır. Zaman içinde uğradığı korozyon nedeniyle gördüğü büyük onarım 2018 yılında tamamlamış ve kilise kapılarını yeniden açmıştır. Ermeni mimar Hovsep Aznavuryan’ın eseridir. Avusturyalı R. Ph. Waagner tarafından 500 ton ağırlığındaki prefabrik elemanlar 1893-1896 yılları arasında Viyana’da üretilmiş ve Tuna ve Karadeniz üzerinden gemilerle İstanbul’a taşınmıştır.
Bir de meşhur bir şehir efsanesi vardır kilise ile ilgili. Derler ki: Rum Patriği hemen yakınında Bulgar Kilisesi’nin yeralmasını istememiş. Abdülaziz ne Rum Patriği kırmak ne de Bulgar cemaati gücendirmek istemiş. Demiş ki, ‘’Size bir ay mühlet tanıyorum. Bu süre içersinde inşa ederseni kilisenizi tanırım.’’ Süre kısa olunca, çözümü prefabrik bir kilise inşa etmede bulmuşlar.
Bulgar cemaatin asıl yerleşim yeri Eyüp’tü. Üsküp’ten gelen Ortodoks Makedonlar da Bulgar cemaatten sayılıyordu. Osmanlı döneminde Bulgarlar çoğunlukla sütçülük, yoğurtçuluk, kaymakçılık, muhallebicilik, peynircilik gibi işlerle uğraşırlarmış. Evliya Çelebi’ye göre Osmanlı saray mutfağının değişmez lezzeti kaymak, Eyüp semtinde kaynatılırmış. Eyüp çayırlarında otlayan mandalardan elde edilen bu kaymak, saraya sunulurmuş. Cumhuriyet döneminde de Bulgarlar kendi ürettikleri süt ürünlerini kendi bakkallarında satarlarmış ve muhallebilicilik neredeyse onların tekelinde kalmış. Ancak 1960’da Eyüp istimlak edilince Eyüp’te ne çayır kalmış ne de süt üretilen mandalar.